Kendine Edenler

Kimseye zarar vermeyen, kendine en büyük kötülüğü eden olmayı nasıl öğrendik? Büyürken kendine bakım verenlere bakar çocuk, kendisine nasıl davranıldığını, ona ne hissettiklerini her an kaydeder. O gözlerde ne varsa, diller neyi söylüyorsa ona inanır. Annenin, babanın içindeki duygu ne ise onu içselleştirir. Kendi hakkında ne düşüneceğine onların sözleriyle karar verir. Hatta onların söylemedikleri duyguları, düşünceleri dahi hisseder çocuk. Anne ve baba birbirlerine nasıl davranıyorsa bunları da her an kaydeder. Doğru mu, yanlış mı diye sorgulamaz. Sorgulayamaz, alt beyin aktiftir sadece hipnozdadır ve sadece kaydeder. O ortamda nasıl hayatta kalacağına; yani nasıl değerli, yeterli, ilgi alabilen, sevilen ve kabul edilen olabileceğine bakarak kayıt yapar. Ağabeyi, ablası varsa diğer kardeşlerinin her biri diğeri ile nasıl ilişki kuruyor bunlara bakar. Sonunda kendilik algısı ve yapısı oluşur. İnsanlara dair algısı ile artık nasıl iletişim ve ilişki kurması gerektiğini öğrenmiştir. Bunları ömür boyu kullanarak otomatik pilota bağlar kendini. Ne zaman ki sorgular, anlamaya odaklanır, gayret ederse o zaman kumanda kendinde olmaya başlar, otomatik pilot devre dışı kalır. Kader denilen bir çok şeyin değiştiğini görmeye başlar. Kendini ve ilişkileri değiştirebilmek öyle hemen olmaz, yıllarca bu güvenli ve bilindik yollar kullanılmıştır. Bilinen acıya katlanması da kolaydır.

Bazılarımızın doğduğu ev çok zordur. Ruhsal hastalıkları olan ebeveynlerin elinde büyümenin ne olduğunu ancak yaşayanlar anlar. Sevilmenin, önem verilmenin mümkün olmadığı evlerdir. Bir türlü memnun olamayan, yüzü gülmeyen, şikayetin, huzursuzluğun alışkanlık olduğu evde çocuğun tek çaresi vardır. Belki bir yolu vardır anne babasının yüzünü güldürmenin diye bir çok şey dener böylece onları ruhsal olarak yaşatabilmek için kendini yok etmeyi öğrenir. Kurtarmanın bir yolunu bulursa ne âlâ. Ya değerli hissedebilmenin, sevilmenin yolu yoksa? O zaman başkalarını arar, ya anneanne, babaanne, dede, teyze, hala, amca, ya da kardeşler. Birileri onun sayesinde mutlu olduysa, iyi hissettiyse bunu bırakmaz çünkü ilk defa birileri için bir anlamı olmuş, değerli ve yeterli hissetmiş, sahte de olsa sevilmiştir. Bunu bir misyon edinir, bir çoğumuz da doktor, psikolog, sosyal hizmet uzmanı gibi mesleklere yöneliriz. En zorlandığımız şey de bu kurtarma savunmasına kapılmadan dengede kalarak o meslekte insanı severek ilerleyebilmektir. Herkesi kendimiz gibi çok acı çekiyor zannederiz. Kimse bizi kurtarmamışsa, ‘bir gün ben insanları kurtarayım ve bu acıyı çekmesinler, onlara rehberlik edeyim de yılları heba olmasın’ derken kendimizi de onları da yaktığımızı fark edemeyiz ilk yıllarda. Kurtarmaya çalıştıkça bir şeylerin değişmediğini gördükçe kendimizi başarısız ve yetersiz hissederiz. Tıpkı bir zamanlar ebeveyne hissettiğimiz o çaresizlik duyguları hortlamıştır. ‘İnsanlara iyilik yapma’ adı altındaki öğrendiklerimizi güncellemeye, onların da seçim yaparak iradelerini kullanmalarına hak tanımaya başlarız. Sorunların kişi için ne kadar işlevsel olduğunu fark etmeye başlarız. Sonra sonra anlarız bazılarının bizim kadar acı çekmediğini. Dertleri ve sorunları bazılarını yalnız kalmaktan korumuştur, ilgi ve sevgi görmüş hatta böylece bir sürü dost, arkadaş, eş, çocuk bile edinip onlarla bol bol konuşarak rahatlamışlardır. Rahatlayınca çoğu zaman değişmeye, fark etmeye gerek de kalmaz.

Kurtaramayan olarak bazılarımız; konuşamayan, anlatamayan, dinleyen ve belki de biraz yatıştıran olmayı öğrenmiştir. Derin ama çok derin bir değersizlik ve yetersizlik adeta içimize işlemiştir. Ne yapsam da gitmiyor deyip artık pes etmiş olarak yaşamak bazen tek çaredir. Öylesine hissizleşir ki onlar hissetmek için çok soğuk havada yürümek isterler, dışarıda öylece o soğukta dururlar. Soğuk havanın ısıtmasına ihtiyaç duyacak kadar ruhu buz kesermiş insanın…Gözlerinden tanırsınız onları, yüzü güler ama gözleri değil…

Ümidin, çarenin olmadığı yerde ruh ölür, beden hissetmez ve hissedebilmek için kendini keser, yaralar insan. Akan kanı görünce yaşadığını anlar, varlığını hissedebilmek için yaralamak ve acıtmak ister. Anne babası yaralamaktan başka bir şey yapamadıysa o bağı hatırlamak istediğinde kendini yaralar insan. Çünkü insan bağlanma olmadan yaşayamaz. Bağlanmanın şekli ne ise onu hatırlatır bu eylemlerle kendine her yalnız hissettiğinde. Bir sürü izler olur vücutlarında çünkü onlara dokunan ellerde şefkat ve sevgi olmamıştır. Dokunulmak ancak dövülürken, vurulurken hissedilmiştir. Saçlarında, başında sevgiyle dolaşan eli bilmez o çocuklar. Yeter ki dokunsun da diye ancak döven veya şiddet içeren cinsellikle katlandıkları eşleri olur büyüdüklerinde. Bu tanıdıktır sisteme, aksi onlar için imkansız gibidir. ‘Param, işim yok, çocuklarım için’ der bazıları, oysa bu değildir sebep çünkü işi, parası, mevkisi olan kimseye muhtaç olmayacak durumdaki de buna katlanır, çünkü bildiği bağlanma şekli budur. Ya da kendince sebepler sıralar, aklileştirme savunması ne kadar da işlevseldir insanoğluna…

Kullara özgü olan bu bağlanma şekillerine ve beynin işleyiş sistemine rağmen, Yaradan kişinin farkında olması ve değiştirme gayreti ile  sisteminin ve kaderinin değişimine, cüz’i iradesini kullanmaya izin ve imkan vermiştir, şükür…

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

Exit mobile version