RUHSAL GELİŞİMİN 1. EVRESİ

Fiziksel olarak doğduğumuz andan itibaren bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık evrelerinden geçeriz. Psikolojik olarak insanı incelediğimizde yıllarca bebekler ve insanlar üzerinde yapılan çalışmalar da hepimizin belli evrelerden geçtiğini ve bir dönemde takılmanın sonraki evreleri de etkilediğini gösteriyor. Eğitim hayatımızda bir ders veya sınıftan geçemediysek oradaki öğrenmemiz gerekenleri öğrenmemiş olmanın ilerleyen yıllarımızı etkilemesi gibi 0-6 yaş arasındaki evrelerde takılmamız bizim ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerimizde kendimizle ve başkalarıyla sorunlar yaşamamıza yol açıyor. Bu evrelerde neler olduğunu, normal zannettiğimiz hatalı olan durumların bize ve başkalarına ne şekilde yansıdığını görmek, sebep sonuç ilişkisini kurmak çözüm için bize yardımcı olabilir.

 
 

Burada ve diğer yazılarımdaki bilgiler, Psikoloji alanındaki araştırmalar sonucu uzmanların görüşlerini içermektedir. Benim şahsi görüşlerim değildir. Tüm anne babalar iyi niyetli olarak kendi anne babalarından öğrendikleri şekilde çocuklarını severek, onların iyiliklerini düşünerek davranırlar. Yani büyürken evimizde öğrendiklerimiz bizim ve kültürümüzün İÇ GERÇEKLİK algısını yansıtır. Bize doğru olarak ve sevgi, saygı ifadesi olarak öğretilmiştir. Bilinçaltımıza kaydedilen ilk bilgiler bunlardır. Bunları değiştirmek, Einstein’ın dediği gibi ‘atomu parçalamaktan zordur’. Siyah, beyaz, bu ekmek, bu su diye öğreten anne babalarımız, bakıcılarımız (nesnemiz) ne dediyse biz onların öğretileri ile hayatı yaşayabilir olmuşuzdur. Seni sevdiğim için senin bunu bu şekilde yapman lazım dedilerse, sevgiyi ifade etmek veya sevildiğimiz hissetmek için biz o davranışın bize ne kadar ağır bedeller getirdiğini de bilsek yapmak zorunda kalırız.

 
 

Örneğin bilincimiz, tatlı veya çikolatayı abartırsak kilo alacağımızı bilir, çok yemek yerine dengeli yememiz gerektiğini de bilir. Annemiz, nesnemiz, bize ‘onu senin için yaptım, bunu sana özel aldım, sen yiyince ben mutlu oluyorum, yemezsen üzülürüm, nasıl güzel yiyor, aferin benim kızıma, ye ki güçlü olasın, ye ki kafan iyi çalışsın, can boğazdan gelir, sensiz boğazımdan geçmez, bu pastayı senin için sakladım, bu lahmacunu sadece senin için aldım’ derken bizim sevilme, onaylanma, özel görülme, güçlü olma, zorlukların üstesinden gelme, dayanıklı olma, birlikte olabilme, unutulmama gibi birçok duygusal ihtiyacımızla yemek eylemini birleştirmiş olur. Bizim Ruhsal Gelişimimiz yarım kalmışsa, bir evrede takılmışsak, o zaman örnekte belirttiğim linkler bilinçaltımızda daima aktiftir. Hayatın zorlukları karşısında, çaresiz, tek başına ve yalnız, sevilmemiş, yetersiz, onaylanmamış hissettiğimiz anda linkler çalışır, ‘ne olunca sen iyi hissediyordun, yemek, tatlı yiyince, hadi hepsini ye’ der, ne bilinç kalır, ne bilmenin bir etkisi. Ruhsal gelişim evrelerinden sağlıkla geçip, Bütün Kendilik, Bütün Nesne algımız oluştuysa, zorluklarda önce acımızı yaşamaya dayanıyoruz, sebep sonuç ve çözüm ilişkilerini kurup değiştirebileceğimiz şeyleri değiştirebilmeye yöneliyoruz. Değiştiremeyeceklerimiz için ne öğrendiğimize bakıp hayatımıza yeni değerler katıyoruz. Yeni yollara adım atıyoruz. Sağlıklı bir sabretme ve olgunlaşma yaşayabiliyoruz. Burada yemek örneğini verdim, bu istenmeyen ve bize zarar veren tüm duygu, düşünce ve davranışlar için geçerlidir. Kilit sorunlarsa, anahtar ve çözüm RUHSAL GELİŞİMDE GERÇEK KENDİLİK evresinin tamamlanması. Bu evrelerdeki takılma 0-6 yaş arasında oluyor. İlkokul gibi düşünün, temel zayıfsa ortaokulun, lisenin derslerinden geçmek de zor. Ek derslerle, temelde olmayan bilgileri çocuk öğrenirse sınavlardan geçmeye başlıyor. Mezun oluyor, iş sahibi olup, para kazanıp hayatını idame ettiriyor. Kimseye muhtaç olmadan kendine yetebiliyor. Bunun gibi biz de 0-6 yaşta büyüdüğümüz çevre ve hayatın getirdikleri sebebiyle gelişemediysek, ergenlik dönemi bizim için bir telafi dersi, ek ders ve sınav gibi oluyor. Ergenlik dönemi de hasarlı olduysa o zaman yetişkinlik ve yaşlılıkta farklı belirtilerle bu sorunlar hayatımızda devam ediyor.

 

1. Ruhsal Gelişim Evresi 0-3 aylıkken yaşanır. Anne karnında başlayan bebeğin algıları, bu dönemde hızla gelişerek devam eder. Nesnenin bebeğin ihtiyaçlarını anlayabilmesi, onu sevebilmesi, isteyerek sahip olması, yeterince uyumlu olması gibi birçok faktörle bebeğin ilk kendine ait algıları oluşmaya başlar. Burada yeterince iyi nesne ile bebeğin ilk ayrışma çabasının, kucağınızda tutarken kendini birden arkaya atma davranışı ile görünür. Nesnenin sağlıklı yaklaşımı, bebeğin kendini atmasının farkına varması, tedbir alması, onu tutması ama endişeli, kaygılı, sıkı sıkı tutan aşırı koruyarak kimsenin kucağına vermeyen bir halde olmaması olarak tanımlanır. Bebekken 2 yaşımıza kadar nesnemizle sağ beyinden sağ beyine bir ilişkimiz vardır. Yani nesne, kendisi ve bebek hakkında hangi duygu ve düşüncelere sahipse bebek bunların hepsini algılar ve kaydeder. Davranışlarını zaten algılıyor; tutma ve dokunmanın, sertliği-yumuşaklığı, tedirginliği-güveni, sıcaklığı-soğukluğu, içtenliği-duygusuzluğu, isteyerek veya görev icabı yapılması gibi her davranışın içeriğindeki duyguları da algılar. Her şeyi kopyalayıp kendi zihnindeki algı dosyalarına yapıştırır, kaydeder.

Margaret Mahler yıllarca süren araştırmaları sonunda bebeklerin, ilk ayda kendileri ile nesnenin farklı olmadığını, aynı beden olduklarını sandığını söyler. ‘Ben’ ile ‘ben olmayan’ arasındaki farkı algılayamaz. Nesnenin kendi içinde yaşadığı her şeyi bebek kendininmiş gibi algılar ve yaşar. O yüzden hamilelik korku veya stresle geçtiyse bebek sıkıntılı, sancılı, gazlı sorunlu olma özelliklerini kolayca yaşayabiliyor. Aynı şekilde ilk 3 ayda da bu bir olma halini ‘otistik evre’ diye tanımlıyor. Mahler; 3. aydan 18. aya kadar bebeğin annenin farklı bir beden olduğunu algılamaya başladığını, onu devamlı takip ettiğini, cansız varlıklardan farklı canlı bir varlığın kendisine baktığını, bakım verdiğini algılamaya başladığını anlatır. Anneyi görünce karnının doyacağını, kucağa alınacağını, bezinin değişileceğini ve rahatlayacağını algılamaya başlar. Anne gözden kaybolunca o yalnızlık bebeği korkutur. Ayrı yatakta değil hep yanında uyumak ister. Sağlıklı nesne bebeği hem ayrı yatağa koyar uyuması için hem de kendi varlığını, yakınlığını, güveni bebeğe hissettirir. Anneye ait bir mendil, bir örtü, battaniye, annenin kokusun olduğu bir eşya, mutfaktan annesinin sesini duymak bebeği yatıştırır. Mahler bunlara ‘geçiş nesneleri’ der. Sevdiğimiz biri ölünce ona ait bir eşyayı alırız, saklarız, koklarız, özel bir yerde onu tutar, özledikçe alır özlem giderir, sonra yine kaldırır saklarız, işte bunu bebekken bize verilen geçiş nesneleri ile öğrendik. Kültürümüzde bir bebeğin annesi öldüyse, uzağa gittiyse annesinin kullandığı bir şeyi bebeğin yanına koyarlar ki bebeğin kendini avutabilme kapasitesi böyle gelişmeye başlar. Sevgilisinden ayrılan, onu kaybeden kişinin videolarını defalarca izlemesi, onun eşyalarını, hatırasını bir süre koruması, bu kapasitenin gelişimini, baş edebilmeyi kolaylaştırır. Kişi kayıp ve yas yaşıyorsa geçiş nesneleri ile bir süre kendini yatıştırır, daha sonra yavaş yavaş gerçekliği kabullenmeye başlar, acısı dayanılmaz şekilde değildir. Sağlıklı nesnemiz varsa biz yetişkinlikte sağlıklı yas yaşamayı ve baş edebilmeyi birinin yardımı olmadan da yaşarız. Sağlıklı nesnemiz yoksa kendi duygularını bilemeyen, yatıştıramayan ebeveynlerimizin bizim bir bebek olarak duygularımızı yatıştırabilmesi pek mümkün olmaz. O durumlarda agresyon ve öfke inanılmaz derecede yüksek olur, bu pasiflik olarak da kendini gösterir, saldırganlık olarak da. Bir şeyi , sevdiğimiz birini, iflas ederek işimizi kaybetme veya kayıp riski olduğunda, tek başımıza mücadele edebilmemiz gerektiğinde bu dönemi nasıl yaşadığımızın önemi kendini gösterir.

 

Hayatımızda bize baş edemeyeceğimiz acılar geldiyse bazen de agresyon o kadar artar ki sevdiğimiz kişilere ait olan onları hatırlatan her eşyayı atmak, yok etmek isteriz. O bağlantıda gerçek sevgi hissedemediysek o zaman o kişilere ve kendimize olan öfkeyi bu yolla halletmek isteriz. Yetişkinlikte hayatın ağır kırılmalarıyla karşılaşan bireylerde bazen elinde ne varsa daha da yok edercesine etrafa dağıtmasında, kendini heder edercesine başkaları uğruna çocuğunu, kendini, hayatını mahvetmesini bu dönemlerdeki takılmalarla açıklayabiliyoruz. Bu dönemde nesnemize bağlanabildiysek, onun bizi önemsediğini algılayabildiysek geçiş nesneleri de bizim için anlam ifade ediyor. Birini kaybedince onun hatırası olan bir eşya ile acımızı yaşayıp avunabiliyoruz. Oysa bu evrede bağlanamadıysak kayıp sonrası sevdiğimiz nesneleri hatırlatan eşyaları, anıları da yok etmek istiyoruz.

Aşk hayatımızda bu evrenin yansımaları neler?

İlk aşkımız anne bebek arasında yaşanan o tarifi imkansız, oksitosin hormonunun en üst seviyede salgılandığı dönemdir. Yeni aşıklar saatlerce, dakikalarca birbirine bakar, saatlerce telefonda konuşur, yazışır. O da benim gibi şunu şöyle hissediyor, o da aynı benim gibi deriz. Kendimizle o kişiyi bir algılarız. Aynı anda konuşur, lafa atlarız, sonra ikimiz de güler ‘önce sen söyle’ deriz. Görmeden duramayız, gün içinde kaç kere sesini duymak için sebepler buluruz. Bu sırada ayna nöronlar çalışır ve bağlanabilme kapasitemiz ortaya çıkar. Otistik evremizin etkisiyle biz aynı duyguları yaşarız. Çünkü o dönemdeyken anne bebeğine aşık olmuştur, bebek de anneye, hayatı tamamen ona endekslidir. Onsuz bir hayat düşünemez. Aşıkların sensiz nefes alamam demesi gibi anne için bebek onun bir organı gibidir. Sağlıklı anne aylar ilerledikçe bebeğinin farklı, ayrı olmasına imkan tanır çünkü kendi ruhsal gelişim evresinde annesi ona bu imkanı vermiştir. Bu evreyi sağlıklı yaşayamamış bir kişi aşık olduğu kişi tamamen onun istediği gibi olsun ve öyle yaşasınlar ister. Bu da bir ilişki devam ederken (bebek-anne arasındaki gibi) sağlıklı bir yaklaşım olmadığı için sorunlar yaşamalarına yol açar. Yani aşkın ilk oluştuğu günlerde bunu bir süre yaşamak normaldir. Aşık, maşukun kendi gibi olduğu algısını bir süre yaşamak yerine sürekli yaşamaya takılır. Sevdiği bir gün ayrılmak istese bunu algılayamaz, çünkü kendi böyle bir şey istemiyor, ya bunu yok sayar ya ayrılma gerçekleşmesin diye elinden geleni yapar, ya da sevdiğini öldürür. Birçok kadının ve erkeğin sevdiği kişi için ‘nasıl böyle düşünebiliyor, anlayamıyorum, bunu şöyle görmesi lazım’ demesinin arkasında bu evreye takılma görülebiliyor.

Bunu seanslarda nasıl görüyoruz?

İlk telefon görüşmesinde danışan, danışmanın ses tonuna, nasıl yaklaştığına göre kendi iç dünyasındaki kayıtlarla bağ kurar. İlk defa bir yerde gördüyse, görsel olarak onun bilinçaltı kayıtlarında danışman kime benziyorsa, hangi his ve duygular açığa çıktıysa ona göre bağlanabilme ortaya çıkıyor. Ruhsal gelişimin ilk evresinde danışan takılmışsa, danışmanla seanslar ilerledikçe anlaşıldığını veya anlaşılmadığını, sevdiğini veya sevemediğini hissetmeye başlıyor. Kendine bakım verenle arasında ne olduysa bunlar danışmanla yaşadığı ilişkide tekrar canlanacaktır. (aktarım- karşı aktarım) O dönemde nesnesine bağlanamamış ve kendi halinde idare etmeye çalışmışsa önceleri göz kontağı bile kuramamaya, danışmanla olabildiğince uzak olmaya çalışır. Koltuğun yakın olması bile rahatsız eder. Seanslar genellikle konuşmadan, sessizlikle geçebilir. Bu şekilde ne kadar süreceği kişinin bağlanabilme isteğine göre değişir. Dayandıkça, seansa devam ettikçe danışan bağlanabilmeye başlar, sevebilmeye başlar. Mahler’in dediği sembiyotik evre, danışanın artık göz kontağı kurabildiği ve yakın olma girişimi ile konuşabildiği dönem başlar. Bu durum 0-3 ay arasındaki takılmaların artık aşılmaya başladığını gösterir. Bir süre sonra bebeğin annesini dört gözle beklemesi gibi danışan için seanslar beklenen ve keyif veren süreçler olmaya başlar. Danışanın aktarımında ‘o da benim gibi, biz aynıyız’ duyguları oluşmaya başlar. Birlikte duygularını paylaşabilmek, içindekileri güvenle anlatabilmek bağlanabilmeye zemin hazırlar. (Devamı Ruhsal Gelişim Evreleri 02’de)

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

Exit mobile version